Hanns Eisler ile “bitememiş” hayali bir radyo söyleşisi – Dünya Tezcan
Dünya Tezcan: Sevgili Dinleyenler, bugün de Doğu Almanya’nın ‘resmi müzisyeni’ Hanns Eisler ile söyleşeceğiz. Aslında söyleşimiz için pek de önem arz etmeyen biyografik bilgilere bir göz atalım.
Eisler, I.Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından; 1918’de, Viyana’da konservatuara kabul ediliyor, 1925-26’da komünist gençlik hareketiyle, okuma grupları üzerinden ilişkileniyor ve 1933 yılında; Hitler’in iktidar olmasının hemen ardından pek çok muhalif müzisyen, edebiyatçı, tiyatrocu… gibi ABD’ye gitmek zorunda kalıyor. Eisler burada Brecht’in tiyatrolarına, Charlie Chaplin’in filmlerine müzikler yapıyor. 1947’de ABD’de başlatılan ‘solcu avı’ndan nasibini alıp tutuklanıyor ve zor bela 1948’de Doğu Almanya’ya geri dönüş yapabiliyor.
Burada ‘resmi besteci’ ilan ediliyor fakat müzik ile, daha doğrusu ‘yeni müzik’ ile ilgili fikirlerinden çoğunlukla uzak duruluyor.
Hoşgeldiniz Bay Eisler.
Eisler: Merhaba, iyi bir özetti. Tabi bu arada, olan bitenler benim de gözümün önünden film şeridi misali geçti, fakat hiç de özet gibi geçmedi, belki yaşanandan bile fazlası…
D.T: Eserlerinizi incelerken pek çok tekniği kullandığınızı farkettim. 12 ton tekniğiyle yazılmış eserler de var, kolayca ezberlenilip, seslendirilebilecek işçi şarkıları da, tiyatro ve film müzikleri de… ve hatta arada bir tane de ulusal marş. Acaba Eisler’i dönem dönem mi incelemek gerekiyor?
E: Elbette her zamanın ve mekanın, daha doğrusu her koşulun kendine özgü sonuçları var. Bütün bunlar parça parçaymış gibi gözüküyor gerçekten ama aslında tüm bu eserleri bağlayan önemli bir öğe var. O da her biriyle hayat arasına attığım sıkı düğümler. İşçilerin müzik konusunda daha iyi olmaları gerektiğini düşünüyordum ve işçi koroları için şarkılar yazdım. Tabi bunlar ‘sanat için sanat’, ‘yapı için yapı’, ‘deneme için deneme’ gibi aptallıkların gölgesinde kalma heveslisi eserler değillerdi. Hatta işçilerin ‘kulaklarının kırılması’ için hazırlanmıştı birçoğu. Yani sadece ‘kolay söylenebilir’ olması değil amaç; söyleyen de, dinleyen de gelişmeli.
D.T: Peki, ya 12 ton tekniğiyle bestelenmiş eserlerinizi nereye koyabiliriz?
E: Aynı yere.
D.T: Yani bu atonal –ya da politonal- eserler de mi işçiler içindi?
E: Hayır, direkt olarak işçiler için değil ama insanlık için denebilir. Çünkü 12 ton tekniği devrimci bir biçimdir.
D.T: O zaman bu tekniğin yaratıcısı Schönberg’e -hani sizin politik olarak anlaşamadığınızdan dolayı öğrencisi olmayı bıraktığınız adama- devrimci diyebilir miyiz?
E: Bakın, şunu iyice açıklayayım: 12 ton tekniği devrimci bir biçimdir. Bu teknikle yaratılan eserlerin hepsinin bu nitelikte olup olmadığı ise, daha üst bir tartışma. Çünkü anlam da işin içinde olmak durumda ve bir dinleyici için anlam, bir müzisyenin tahmin edemeyeceği kadar baskın.
D.T: SSCB’nin, ‘yeni müzik’ arayışında düzenlenen konferanslarda sıkça rastlıyoruz size ve müzik ile ilgili iki de kitabınız var. Yani besteleme ve icra ile yetinmeyip, bunları çevreleyen koşulları ve sonuçlarını da inceleme gayretindesiniz. Yazdıklarınızdan ve söylediklerinizden çıkardığım kadarıyla, ‘Klasik Batı Müziği’nin daha fazla önemsenmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Peki bunun tehlikeleri yok mu?
E: Kuşkusuz var. Benim savunum, bir köylünün klasik müzik dinlemesi gerekliliği değil; fakat statik müzik eserlerinin sürekli olarak yinelenmesi hiç değil. Bu ikiliği çözmek için benim bir ‘müzik politikası’ olarak önerdiğim ise; ‘müzik eğitimi’. Yani eserlerin seviyesini indirmenin tartışmasını yapacağımıza, dinleyicinin müzik alışkanlıklarının geliştirelim!
D.T: Zor görünüyor. Ama…
E: Hem de oldukça zor fakat bunu yapabilecek gücümüz var. Yeter ki böyle bir niyet ve programlı bir çalışma olsun.
D.T: Halk için; işçi sınıfı için kolay bir değişim dönüşüm olmayacak bu.
E: Bakın, halkı bir bütün olarak ele aldığımızda ortaya çıkan kültür açıkça durağandır ve ufuktaki ilerlemenin önüne geçer bu bakış. Oysa toplumun dinamik bir kesimi vardır. Onlar bu ilerlemeyi sırtlarlar. 1000 yıl önceki dinamik kesimle şimdiki aynı değil, 1000 yıl sonra da bugünle aynı olmayacak ve bu devinimi tetikleyenler de biz muhalifler olacağız. Salt iktisadi dönüşüm ile yetinemeyiz. Sürekli daha iyiye doğru gitmek durumundayız.
D.T: Kapitalistler de aynı sloganı kullanıyorlar; Sürekli ileri!
E: Bir farkla; biz, insanların hepsinin ilerlediği bir dünya hayal ediyoruz, onlarsa, stokları taşan bir firmanın hemen arka sokağında, insanları açlıktan ölmeye mahkum edebiliyorlar gönül rahatlığıyla.
D.T: Peki müzikte nasıl bu durum?
E: Müsaadenizle anlatayım. İki değişimden bahsedebiliriz. Biri geçmişin devrimci, bugünün muhafazakar sınıfı olan burjuvazinin yaratacağı yozlaşma, biri de işçi sınıfının yaratacağı ilerleme. Bugün bu tarihsel ikilik söz konusudur. Elbette yarın da yeni sorular gelecektir önümüze.
D.T: Sadece iki yol mu var, bambaşka bir yol tarif etmeye kalkışamaz mıyız?
E: Bu tip fikirler açıkça, ‘tarafsız olma niyetiyle apaçık taraf’ olan aptalca zihniyete katkı sunar. Burjuvazi, sanatı yaşamdan ayırıyor, bizse birleştiriyoruz. Bunun bir sonucu olarak ‘toplumcu gerçekçilik’ten bahsediyoruz.
D.T: Peki… Hazır lafı gelmişken, toplumcu gerçekçilikten de bahsedelim. Bu akımın SSCB tarafından -hatta bizzat Gorki tarafından – icat edildiği biliniyor ve sıkça ‘biçim’in geri planda bırakıldığı yönünde eleştiriler yapılıyor. Sizce?
E: Sanat nasıl yaşamla iç içeyse, politikayla da öyle. Neticede nerede bir üretim-tüketim ilişkisi varsa ve hatta nerede insanlar varsa orada politika da olacak. Toplumcu gerçekçilik de, arayışımızdaki durağımızdır. Aynı Çernişevski’nin yaptığı gibi ‘etik bir tercih olarak’ Toplumcu Gerçekçilik’!
Müziğin sorunlarına yaklaşırken, kimi yerde yıkıcı, kimi yerde de uzlaştırıcı olmalıyız. Örneğin, kapitalizm ve faşizm yüzünden yozlaşmış müzik dinleme alışkanlıklarını hesaba katmalıyız. Müzik cehaletine açıkça cephe alırken, hafif müzik ve ciddi müzik arasındaki ayrımı kaldırmalıyız.
Bu, aynı zamanda burjuvanın ‘biçimci’ sanatına inat ‘biçim’i kulak arkası eden zihniyeti de kovalamayı içerir.
(…)
Tag:Hanns Eisler